İlk gençlik heyecanlarıyla okunan kitapların etkisini, o ilk okumanın verdiği benzersiz hazzı unutmak mümkün mü?
İletişim ve bilgi edinme imkânlarının son hızla arttığı bir çağda, gençlerimizi ve çocuklarımızı kitapların dünyasıyla buluşturmak eskisi kadar kolay olmasa gerek. Bu anlamda, Millî Eğitim Bakanlığının ilköğretim ve ortaöğretime yönelik 100 Temel Eser seçimi; öğrencilere, velilere ve öğretmenlere, kısacası kültür dünyamıza katkıda bulunacak herkese yararlı olacak niteliktedir.
Ahmet Hikmet Müftüoğlu
3 Haziran 1870 tarihinde, İstanbul'da doğdu doğdu. Aile fertlerinin kuşaklar boyu müftülük görevini icra etmesi sebebiyle Ahmet Hikmet, "Müftüzade, Müftüoğlu" lakaplarını kullandı. Dedesi Abdülhalim Efendi, 1821 Yunan Ayaklanması sırasında Mora Müftüsü idi. Bu ayaklanmaya karşı halkı silahlandırdı ve müdafaa yapmasına önayak oldu. Millî duyguları yüksek bir şahsiyetti ve vatan savunmasında büyük fayda sağladı. Ancak Mora'nın tamamen Yunan asilerinin eline geçmesiyle birlikte Abdülhalim Efendi, üzerine gaz yağı dökülerek yakıldı ve vahşice katledildi. Bunun üzerine Abdülhalim Efendi'nin eşi, henüz bir yaşında olan oğlu Yahya Sezai ile kız kardeşini yanına alarak önce Mısır'a, ardından İstanbul'a göçtü. Aile böylece İstanbul'un Süleymaniye semtine yerleşti.
Ahmet Hikmet'in babası Yahya Sezai Efendi de dedesi Abdülhalim Efendi gibi şair ruhlu idi. Birçok eser kaleme aldı ve devrinin edebiyat çevreleri tarafından takdir gördü. Yahya Sezai Efendi'nin, Şeyh Tahir Efendi'nin kızı ile evlendikten sonra beş oğlu oldu; Ahmet Hikmet bu oğulların beşincisi idi lakin İstanbul'da difteri salgını ortaya çıktığında, henüz Ahmet Hikmet doğmadan bir yıl önce, üç kardeşi vefat etti. Bu durum babası Yahya Sezai Efendi'yi derinden yaralasa da başına geleni "hikmet-i ilahi" olarak kabul etti ve yeni doğan oğluna Ahmet Hikmet adını verdi.
Ahmet Hikmet 1877 yılında, kendisi henüz altı yaşındayken babasını kaybetti. Zayıf ve hastalıklı bünyeye sahip bir çocuktu. Annesi ile ağabeyinin himayesinde büyüdü. İlköğrenimine Süleymaniye Dökmeciler'de bulunan bir mahalle mektebinde başladı. Ardından Aksaray'da bulunan Mahmudiye Vakıf Rüştiyesi ve Soğukçeşme Askerî Rüştiyesinde öğrenim gördü. Hariciyeci olmak istemesi üzerine ağabeyinin desteğiyle Galatasaray Lisesine başladı ve 1889 yılında mezun oldu. Yaşadığı muhit olan Beyoğlu, Ahmet Hikmet'i edebiyat sahasına çekmeye elverişli bir yerdi. Galatasaray Lisesinde öğrenim gördüğü sırada, okula gidip gelirken Beyoğlu'nun rengârenk camekânlarını seyrederdi. Beyoğlu hayatı onu uzun uzun düşündürür, oyalardı; hatta sırf bu yüzden yoluna devam edemediği ve öğretmenlerinden azar işittiği olurdu. Tüm bunlar Ahmet Hikmet'te görüp işittiklerinde hakikati aramayı ve bulduklarını başkalarına da aktarma isteğini doğurdu. Yaşamının ilerleyen safhalarında ortaya çıkan yazma merakının temelleri burada atıldı. Dördüncü sınıfta bulunduğu sırada edebiyat dersi için hazırladığı “Leyla Yahut Bir Mecnunun İntikamı” adlı hikâye, okul müdürü olan İsmail Hakkı Bey'in dikkatini çekti. Son sınıfa geçtiğinde ise Namık Kemal'in ölüm haberini alması üzerine “Namık Kemal'e Mersiye” adlı bir şiir yazdı ve henüz on sekiz yaşındayken oldukça düzgün şiirler kaleme alabildiğini edebiyat çevrelerine gösterdi.
Neşriyat hayatının ilk devresi, 1890-1893 yılları arasında başladı. “Hazine-i Fünun” ile “Servet-i Fünun” dergilerinde, çoğu tercüme olmak üzere birçok yazı yayımladı. Abdülhak Hamid'in bir gazeline nazire olarak kaleme aldığı şiir, neşrettiği ilk şiiri oldu. Henüz edebiyat sahasını bulamadığı bu yıllarda telif öyküler yazmayı denedi. 1893 yılından sonra ise tercüme sahasında hiçbir eser vermedi ve şiir ile olan meşguliyetini sonlandırdı. Kısa bir duraklama döneminden sonra gideceği yolu belirlemiş bir yazar olarak yeniden edebiyat sahasına döndü. Neredeyse tüm Servet-i Fünun yazarları gibi onun da zarif ve ince kelimeler bulma sevdası mevcuttu. Bu vesileyle kendisine küçük bir defter edindi ve kulağına hoş gelen Arapça-Farsça kelimeleri bu deftere kaydetti. Yazılarını kaleme alacağı vakitlerde defterinden faydalandı.
Servet-i Fünun topluluğunda kaleme aldığı hikâyeleri “Hâristan” adıyla kitaplaştırıldı. 1908yılında, Meşrutiyet'in ilan edilmesiyle birlikte Ahmet Hikmet'in eserlerinde farklılaşma meydana geldi. Önceleri ferdi duyguları eserlerine dâhil eden yazar, Türkçü hareketin içerisinde yer almaya başladı ve bu harekete eserleriyle de destek oldu. 1908 yılından sonra kaleme aldığı eserlerini “Çağlayanlar” adıyla kitaplaştırdı. Yazar, öz kimliğini ve karakteristik edebiyat anlayışını tam olarak burada ortaya koydu.
Ahmet Hikmet'in ağabeyi Refik Bey, Tevfik Fikret'in kız kardeşi ile evli idi. Akrabalık münasebeti dolayısıyla Ahmet Hikmet, Tevfik Fikret ile bu yıllarda tanıştı. Arkadaşlıkları bir müddet sürse de kız kardeşinin ölümü üzerine Tevfik Fikret, Müftüoğlu ailesini suçladı. "Hemşirem İçin" başlıklı şiirinde, oldukça ağır ithamlarda bulundu. Bu durum, takip eden yıllarda da etkisini gösterdi. Ahmet Hikmet Galatasaray Lisesinde öğretmenlik yaparken Tevfik Fikret, aynı liseye müdür olarak atandı. Bunun üzerine Ahmet Hikmet hiç beklemeden görevinden istifa etti.
Yurt içinde birçok görevde bulunduktan sonra ilk yurt dışı görevine 10 Ekim 1893 tarihinde, Marsilya Başşehbenderhanesi Kançılarlığına atanarak başladı. Kısa bir süre sonra Ativa ve Pire Şehbender Vekaleti Kançırlığına tayin edildi. Buradaki görevinde elde ettiği başarıdan dolayı dördüncü rütbeden "Mecidî nişan-ı zîşan" ile ödüllendirildi. Mesleki hayatına Poti Şehbender Vekalaetinde devam eden Ahmet Hikmet, burada da takdirlere layık görüldü. Peşte Şehbenderliği görevinde de altı yıl bulunmasının ardından Macaristan'a gitti. Burada konferanslar verdi, Batılılara Türk milletini de onun değerlerinin tanıttı. Macaristan'da yer alan Gül Baba Türbesi'ni onardı ve böylece oldukça önemli bir görev üstlendi. Ahmet Hikmet'in Macaristan gezisi, Türk-Macar dostluğunun temellerinin atılmasına imkân sağladı. Ahmet Hikmet, 1912 yılında Peşte'den Türk Ocağı'na katılarak büyük Türk hareketinin en önemli temsilcilerinden biri sayıldı.
1918 yılında İstanbul'a döndü. İki yıl sonra Almanya ve Avusturya-Macaristan’a savaş zamanında sipariş verilen ancak zamanında teslim edilmeyen silahlar ile ilgili olan işleri sonuçlandırmak amacıyla kurulan komisyonda örevli başkan olarak Peşte, Viyana ve Berlin'de bulundu. 1921 yılında yurda döndüğü sırada eşi Suad Hanım vefat etti ve 1922 yılında ikinci eşi Nerime Hanım ile evlendi.
Kanser hastalığına yakalandı ve hastalığının ağırlaşması üzerine Hariciye Vekaleti Müsteşarlığı görevinden ayrılıp İstanbul'a geldi. Burada kendisine hızla ilerleyen bir karaciğer kanseri teşhisi konuldu ve Taksim'de bulunan Fransız Hastanesi’ne yatırıldı. Durumu günden güne ağırlaştı ve altı ay sonra, Şişli'deki evinde, 19 Mayıs 1927 Perşembe gününde vefat etti.
Kaynak: Ahmet Tetik, Ahmet Hikmet Müftüoğlu'nun Hayatı, Eserleri ve Fikirleri Üzerine Bir Araştırma, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, İstanbul 1999.
Meral Erez, Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun Eserlerinde Batı, İstanbul Kültür Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2013.
Abdullah, Fevziye. Ahmet Hikmet Müftüoğlu Hayatı ve Sanatı. Türkiyat Mecmuası, 1951, 9: 1-34.
Kullanıcı Yorumları
Henüz hiç yorum yapılmadı.
Yorum Yap
Yorum yapmak için kullanıcı hesabınızla giriş yapmalısınız!
Giriş yapmak için lütfen tıklayınız.